top of page

Osmanlı, Cumhuriyet ve Atatürk

  • Yazarın fotoğrafı: Mehmet Karagül
    Mehmet Karagül
  • 14 Oca 2024
  • 4 dakikada okunur

Yazılı tarihte kayıtlara geçen ve Cumhurbaşkanlığı forsunda yer alan on altı Türk devletinden üçü Anadolu’da kurulan Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti devletlerinden oluşmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti, hatasıyla sevabıyla ne ölçüde Türk ve Müslüman ise Osmanlı Devleti de o derece Türk ve Müslümandı. Bu nedenle kendi içimizde Osmanlıcılık ya da Cumhuriyetçilik (Atatürk) kavgası vererek güç kaybetmenin, harici asıl düşmanlarımız dışında, hiçbirimize en ufak bir yararı olmamaktadır.

 

  Öncelikle bir hususu dile getirmenin zaruret arz ettiği kanaatindeyiz. Kabul etmeliyiz ki bu dünya gerçeğinde beşerin kendisi ile fikir ve eylemleri hususunda mükemmellikten söz etmek mümkün değildir.  Kısacası insanın olduğu her yerde siyah ve beyaz değil, ancak grinin farklı tonlarından bahsedebiliriz.  Bu nedenle her birimize düşen vazife, içinde bulunduğu grinin tonu her ne oldursa olsun, o griliği gerçekleştireni eleştirmekten evvel, onun tonunu bir nebze olsun beyaza yaklaştırmak olmalıdır.

 

                  Osmanlı Devletinin, Anadolu başta olmak üzere, Balkanlar, Orta doğu, Arap yarımadası ve Kuzey Afrika olmak üzere; 17. yy’ın sonunda kontrol edebildiği en büyük alan 24 Milyon km karelik bir coğrafyadır.  Söz konusu coğrafi alan, Dünya genelinin %37,8’ine karşılık gelirken, bugün bu coğrafyada 76 devlet hüküm sürmekte ve bu alanda yaşayan bugünkü nüfus ise Dünya genelinin %40’nı teşkil etmektedir (Yeni Türkiye). Osmanlı Devletinin bu denli büyük ve stratejik bir coğrafyada, Batılı zihniyetin bugün hala Bosna Hersek, Karabağ ve Filistin’de gerçekleştirdiği sömürgecilik ve soykırımdan farklı olarak, adalet üzere bir yönetim anlayışı ile altı yy. hüküm sürebilmesi tesadüfü bir başarı olmasa gerek.

 

                 Ancak bununla birlikte akılcı din ve yönetim anlayışından ayrılmanın neden olduğu duraklama ve gerileme süreci (bakınız, İktisadi kalkınma ve Din İlişkisi) ve buna karşılık çare arayışları, Osmanlı Devleti açısından madalyonun negatif tarafını temsil etmektedir. Biz her iki tarafı da görüp dikkate alarak değerlendirmek yapmak zorundayız.

 

                 Osmanlı yönetimi, söz konusu kötü gidişatı tersine çevirebilmek amacıyla, İbn-i Haldun’un 1350’li yıllarda ifade ettiği üzere; kendi içinde birlik şuurunu (asabiyetçiliği) kaybeden toplum olarak, çareyi kendi yaptıklarında veya yapamadıklarında aramak yerine, galip olan düşmana benzeme; onun gibi düşünme, onun gibi giyinme ve onun gibi yaşamak suretiyle her şeyin yoluna gireceğini varsaymıştır (Karagül, M.). Bunun gereği olarak, başarısızlıkla sonuçlanan 1774 Viyana kuşatmasının ardından, III. Selim tarafından ordu başta olmak üzere uygulamaya konan Batılılaşmaya dayalı ıslahat hareketleri, II. Mahmut’un fesi ve pantolonu getirmesi ile yeni bir boyut kazanmıştır. Tanzimat Fermanı’nın 1839’da ilanı ile Osmanlı’daki Batılılaşma hareketlerinin; askeri, eğitim, iktisat, siyasi ve hukuk olmak üzere hayatın her yönünü içine alan çok daha geniş bir alana yayıldığını görüyoruz.

 

                 İlk başta sadece Batı’nın bilim ve tekniğinden faydalanma gibi kurgulanan Osmanlıdaki Batılılaşma hareketi, zamanla yeni doğan bebeklerin tam bir Batılı gibi yetiştirilmesi boyutuna ulaşmış ve bu amaçla ekonomik durumu iyi olan aileler çocuklarına çoğunluğu Fransız olmak üzere dadı ve mürebbiyeler tutmuşlardır (Ulu, C.). Doğal olarak söz konusu  mürebbiyelerin ve yabancı okulların etkisi ile sarayın içinde ve etrafında kendi milli ve dini değerlerinden uzak, toplumuyla çatışan kişiliğe sahip yeni bir nesil ortaya çıkmış oldu. Hatta söz konusu Batılı kişiliğe sahip neslin; ekonomik, siyasi ve kültürel yansımalarının bugün hala devam ettiğini göz ardı edebilmek mümkün değildir. Maalesef Osmanlı yönetimi, İbn-i Haldun’u doğrular bir şekilde yaşayarak tecrübe etti ki rakip ve düşman olan Batı’ya benzeyerek, onun gibi yaşayarak götü gidişatı iyiye çevirmek mümkün olmadı!

 

                 Bununla birlikte tam bir Osmanlı subayı olan Mustafa Kemal; Saraya karşı ayaklanma olan 31 Mart Vakasını (Nisan 1909) ve Arnavutluk İsyanını bastırmada (Ocak 1911), Trablusgarp (Eylül 1911), İkinci Balkan (1912- 1913) ve Çanakkale Savaşında (Mart 1915), Doğu (Kafkas) (1916-1917) ile Suriye-Filistin Cephesinde (1917-1918), hep Osmanlı Devletinin bekası ve padişahın (Halifenin) ikbali için canı pahasına mücadele vermiştir. Dolayısıyla Mustafa Kemal Atatürk'e Osmanlı karşıtlığı ile yapılan eleştiriler, hiçbir şekilde gerçeklikle örtüşmemektedir.

 

                 Hal böyle iken, Osmanlı Devleti’nin bekası için Mustafa Kemal’in bütün özverili mücadelesine rağmen, Sevr Anlaşması ile Osmanlı Devleti topraklarının tamamına yakını Batılıların işgalinden kurtulamamıştır. Müslüman Türkü tarihten silme planını boşa çıkarmak için Millî Mücadeleden başka çare kalmadığını gören Mustafa Kemal, 1919 – 1923 yılları arasında gerçekleştirdiği Millî Mücadele liderliği ile tarihten silinmek istenen Müslüman Türk’ün yeniden güçlü bir şekilde tarih sahnesinde var olduğunu bütün dünyaya kabul ettirmiştir.

  

                Askeri ve siyasi başarının ardından kurulan yeni Türk Devleti’nin yönetim şekli Cumhuriyet olarak kabul edilmiş ve bununla birlikte; Osmanlıdaki Batılılaşma hareketinin devamı niteliğinde, harf ve laikliği de kapsayan çok daha kapsamlı yeni bir Batılılaşma hareketinin Mustafa Kemal Atatürk tarafından gerçekleştirildiğini görüyoruz. Türk Milleti’nin, III. Selim ile başlayan, Mustafa Kemal Atatürk ile zirve yapan Batılılaşma serüveni, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, askeri anlamda NATO’ya, ekonomik anlamda IMF ve Dünya Bankası’na, siyasi ve iktisadi boyuta OECD’ye üyeliği ile devam etmiştir. Bununla birlikte 70 yıldır ise hiç hakketmediğimiz bir muamele gördüğümüz halde Avrupa Birliğinin kapısında BATILILAŞMAK adına bekleyişimiz veya bekletilişimizin de görmezlikten gelinebilecek bir tarafı olmadığı kanaatindeyiz.

 

                 Görüldüğü üzere, Türk tarihindeki Batılılaşma uygulamaları, sadece Atatürk dönemine münhasır değil, onun öncesi ve sonrasını da kapsayan üç yüzyılı aşan bir dönemi kapsamaktadır. Dolayısıyla eğer Batılılaşmak fikrine ve uygulamalarına bir eleştiri yapılacaksa, bunun ilgili tüm kişi ve dönemleri kapsaması gerekir. Aksi takdirde sadece Mustafa Kemal Atatürk üzerinden yapılan Batılılaşma eleştirilerinin, öncelikle eleştirinin samimiyeti konusunda endişelere neden olduğu göz ardı edilmemelidir. Öte yandan emperyalist Batı'nın oyununu bozan Milli Mücadelenin liderine yönelik eleştirilerden, oyunu bozulan tarafın büyük bir memnuniyet duyacağı da dikkatlerden kaçmamalıdır.


                 Esasen devlet millet bütünleşmesine zarar veren, toplumun enerjisinin boşa harcanmasına neden olan, ülkeyi dış tehditlere daha açık hale getiren, Osmanlı, Cumhuriyet ve Atatürk tartışmalarının bir an evvel son bulması hepimiz yararına olacaktır.  Çünkü, yukarıda da belirttiğimiz üzere; Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devletleri hepsi Müslüman Türk'e aittir. Bunların üzerinden birbirimiz ile çatışmaya girmenin, bin yıldır bütün küresel güçlerin hiç bitmeyen ve bitmeyecek olan, Anadolu’dan Müslüman Türk'ü sürme planlarının vahametinin, yeterince idrak edilemediği şekilde değerlendirilmesi yanlış olmayacaktır.

 

 
 
 

Comentários


Prof. Dr. Mehmet Karagül'ün Resmi Web Sitesidir
Planlayan: Mehmet Karagül
Optimize eden:  Yusuf Karagül
bottom of page